top of page

Ekonomik Bağımsızlık

Güncelleme tarihi: 29 Eyl 2024

Ekonomi biliminde bağımlılık, bir ülkenin ekonomisinin güçlü bir ekonomik modele kaynak ya da politika bakımından bağımlı olmasını ya da politika oluştururken bu tür modellerden etkilenmesini ifade eder. Bağımlılık teorisinin temel kurucusu olan Andre Gunder Frank'in teoremine göre de, merkezde yer alan gelişmiş ekonomiler ile çevrede konuşlanan çevresel ekonomiler arasındaki ilişkiler daima merkez ekonomiler lehine sonuçlanır. Bağımlılığın tersi olarak bağımsızlık ise, bir ülke ekonomisinin başka ekonomilerle, ekonomiyi ve siyaseti yönlendirici güçte ilişkili olmadan kendi kararlarını alma ve uygulama durumunu ifade eder.

Ekonomik bağımsızlığa sahip ülkeler, faaliyetlerini yürütürken ihtiyaç duydukları parasal kaynakları borç alarak finanse ederek dış ülkelere bağımlı hale gelmezler. Bu sayede hem kısa hem de uzun vadede ülkeleri lehine yapmak istedikleri icraatları çok daha kolay ve özgürce yerine getirme imkanı bulurlar. Oysa ekonomik bağımsızlıktan yoksun ülkeler, parasal imkanlara sahip olabilmek için dış ülkelerden borç almak durumunda kaldıklarından ülke içinde yapılan üretimden sağlanan toplam gelirin büyük çoğunluğu alınan borçların ödenmesi için harcanmak durumunda kalır. Bu durum o ülkenin vatandaşlarının ihtiyaç duyduğu yatırımların zamanında ve yeterli miktarda yapılamamasına sebep olur. Ekonomik bağımsızlıktan yoksun devletler alacakları kararlarda da dış ülkelere bağımlı durumda kalırlar

Ekonomik bağımsızlık bir ülkenin tam bağımsızlığını sağlaması için zorunlu bir ihtiyaçtır. ekonomik bağımsızlık olmadan politik bağımsızlık gerçekleşemez. Mustafa Kemal Atatürk bunu şu cümlelerle açıklamıştır:

“Milli Egemenlik. Ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir Siyasi ve askeri zaferler, ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner.”

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin yönetiminin başına geldiğinde ekonomik durumumuzun vahim hali gözler önündeydi. Halkın çoğu tarımla uğraşıyordu, fakat tarımda üretim ilkel yöntem ve aletlerle sağlanıyordu. Tarım yapanların çoğu kendi ürettiği ürünü kendi tüketiyordu. Ürünlerin pazara ulaşmasını sağlayacak yol kanalları yok denecek kadar azdı. Şehirler arası gıda gelişimi civar bölgelerden sağlanıyordu. Tren yolları kısıtlıydı ve mevcut olanlar ticari amaçlı kullanamayacak kadar bakımsızdı. Kara yollarının en iyisi dahi ancak kağnıların geçişine izin veriyordu.

Ticaretin tamamı azınlıkların elinde bulunuyordu. Sınai üretim el sanatlarından ibaretti. Batılı ülkelerin bir taraftan elde ettikleri kapitülasyonlar, diğer taraftan empoze ettikleri serbest ticaret Anadolu'da sanayinin kurulmasını engellemişti ve mevcut olanları da öldürmüştü. Türk halkının sınai ürün gereksinimleri ithal yoluyla karşılanıyordu. Bu ithalat ise fındık kuru üzüm, incir, tütün gibi sınırlı sayıda tarım ürünü ve halı gibi bir kaç el sanatı ürününün dış satımı ile karşılanıyordu. 

Kapitülasyonlar zanaat ile ilgilenen yerel halkın geçimini zorlaştırıyordu. Gelişmiş ülkelerdeki fabrikalarda üretilen mallar vergisiz Osmanlı Devleti'ne getirilip pazarda uygun fiyatta satılıyordu. Ekonomik durumu kötü olan yerel hal yerel satıcılardan değil, fiyatı uygun olan ve çok sayıda olan yabancı üründen yararlanıyordu. Böylece yerel zanaatkarlar işsiz kalıyordu. Daha somut bir biçimde açıklamak gerekirse bir vatandaşın ve halı almak için pazara gittiğini ele alalım. Bu vatandaşın iki seçeneği bulunmaktadır: Ya fabrikalarda üretilen uygun ve yabancı malı tercih edecektir ya da el üretimi ve pahalı malı satın alacaktır. Bu durumda doğal olarak tüm vatandaşlar fiyatı uygun olan halıyı almayı tercih ederdi.

Türkiye'de İçişleri Bakanlığının 1934 tarihli raporunda ekonomiye empoze edilen serbest ticaretin etkileri şu şekilde açıkça ortaya konulmaktadır: 

"Gümrük kapıları ardına kadar açık tutulduğu dönemde Avrupa'dan ithal edilen ipekli kumaşlar Bilecik dutluklarının harabolmasına neden oldu. 1821'de 600 adet el tezgahına sahip bulunan Üsküdar'da 40 tezgah kaldı. Aynı şekilde 1812'de 3000 tezgah bulunan Tırnova'da tezgah adedi 1000'e indi. Mensucat (dokuma) sanayisinin çöküşü diğer sanayi dallarını da etkiledi. Memlekette sanayinin bir gün tekrar canlanacağı ümidi hemen hemen yok gibiydi."

Osmanlı Devleti günden güne kötüye giden ekonomisini düzeltmek için borca başvurmuştu, fakat bu borçları geri ödeyememiş ve boğazına kadar borca batmıştır. Osmanlı borçlarını ödeyemediği için alacaklı devletler bir kongre yapmayı kararlaştırmıştı. 1878 yılında toplanan Berlin Kongresi’nde ise Osmanlı Maliyesi’ni yönetecek bir komisyonun kurulması, bu komisyonun devletin bütçesini yapması ve denetlemesi kararlaştırılmıştır. Sözü edilen kararın Bâbıâli’de yarattığı telaş içinde ehven-i şer [kötülerin iyisi] sayılan Düyûn-ı Umumiye sistemi [Kamu Borçları Yönetimi], “Muharrem Kararnamesi” ile 1881’de yürürlüğe konmuştur. [20 Aralık 1881] Bilindiği gibi Düyûn-ı Umumiye İdaresi’nin görevi, devletin o gün için almakta olduğu vergileri toplayarak alacaklılara dağıtmaktır.

Düyun-u Umumiye İdaresi, Osmanlı İmparatorluğunun bağımsız bir devlet olarak maliyesini yönetme, vergi koyma ya da kaldırma, vergi oranlarını değiştirme gibi hükümranlık haklarının bir bölümünü elinden almış oluyordu. Düyun-u Umumiye İdaresi bu vergileri toplamakla kalmadı, bir süre sonra sanayi ve ticaret alanında yatırımlara da girişmeye başladı.1912 yılı itibariyle Maliye Bakanlığında 5500 memur görev yaparken, Düyun-u Umumiye İdaresi’nde 9000 memur çalışıyor, Osmanlı İmparatorluğu’nun gelirlerinin yaklaşık üçte biri bu idarece tahsil ediliyordu.

Bu borç, 1923 yılında Lozan’da da Türk Delegasyonu’nun karşısına çıkarılmıştır. İsmet İnönü hatıralarında önlerine getirilen bu enkaz karşısında verdikleri mücadeleyi şu sözlerle anlatır:

"(...) Düyûn-u Umumiye, Lozan Konferansı’nın en çetin meselelerinden birisi idi. İmparatorluk son zamanlarda her sene 7 milyon altından fazla borç ödüyordu. (...) İddialarına göre, hukuken Türkiye borçların muhatabı kalacaktı. Ve borçların altın olarak tediyesini gayet tabii telakki ediyorlardı. Borçların her iki yönü [miktarı ve ödeme cinsi (para birimi)] için konferansın başından sonuna kadar mücadele edilmiştir."

Atatürk, o güne kadar ekonomimize gereken önemi vermediğimizi, bunun nedeninin ise Osmanlı İmparatorluğunun ulusal bir yönetime sahip olmamasına bağlamıştır:

"Osmanlı tarihinde bütün çabalar ve bütün çalışmalar milletin arzusu, emelleri ve gerçek ihtiyaçları göz önünde bulundurularak değil, şunun bunun kişisel hırslarını, emellerini yerine getirme yönünde yapılmıştır." 

Atatürk, bu durumdan kurtulmanın yolunun ekonomik ve politik alanlarda kararlarını ulusun kendisinin vermesinde görmektedir. Bu nedenle iktisat kongresinde alınacak kararların, temsilcileri yoluyla, halk tarafından alınmasını gerekli görmüştür.

Bağımsızlık ve hürriyetlerini her ne pahasına ve her ne önemi karşılığında olursa olsun zedeleme ve kısıtlamaya asla müsamaha etmemek; bağımsızlık ve hürriyetlerini bütün mânasıyla koruyabilmek ve bunun için gerekirse, son ferdinin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek; işte, bağımsızlık ve hürriyetin hakikî mahiyetini, geniş mânasını, yüksek kıymetini, vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez prensiptir.

Yazımı  Atatürk'ün bağımsızlığın önemini vurguladığı sözleriyle  Nutuk kitabından alıntı yaparak kapatmak istiyorum:

"Tam Bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı üstlenilmiştir. Bu vazifeyi yüklenirken, tatbik kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat, netice olarak edindiğimiz görüş ve iman, bunda, muvaffak olabileceğimize dairdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden evvelkilerin işledikleri hatalar yüzünden, milletimiz sözde mevcut zannolunan bağımsızlığında kayıtlı bulunuyordu. Şimdiye kadar Türkiye'yi, medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse hep bu hatadan ve bu hataya uymadan doğmaktadır. Bu hataya uyma neticesi, mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetinden ve bütün yaşama kabiliyetinden soyunma ve uzaklaşmasını gerektirebilir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz." 1921 (Nutuk II, s. 623-624)

Comentarios


Her gün ve ay yeni yayınlarımızdan haberdar olabilirsiniz

Gönderdiğiniz için teşekkürler!

©2022, Cağaloğlu İktisat Kulübü tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page