21. Yüzyılda Avrupa’nın İhtiyaçlarını Karşılayabilecek mi?
GİRİŞ
Avrupa Birliği şüphesiz dünyanın son 70 yılını şekillendirmiş siyasi birliklerinden biri. Türkiye ve Doğu Avrupa ve Balkanlar gibi Avrupa’nın kıyısında kalmış bölgeler için insan hakları ve demokrasinin en büyük temsilcisi, ABD’ye karşı eşitliğin ve çoğulculuğun sembolü ve Türkiye’den göç edenler için hem iş yeri hem de ikinci bir yuva işlevi görüyor.
Eskiden üniversite ve iş hayatı gibi nedenlerle daha çok ABD’ye gitmek isteyen Türkiye gençliği artık daha çok Avrupa’ya gözünü çevirmiş durumda. Türkiye için ABD ile AB karşılaştırmasında bir zamanlar ibre o kadar çok Avrupa tarafına kaymıştı ki 1950’lerden beri NATO’da Amerika’nın en yakın müttefiklerinden olan Türkiye, geleceğini Avrupa’yla düşler hale gelmişti. 2000’lerin hafif rüzgârlı havalarında Türkiye için Avrupa Birliği yukarı her şeydi: Gelecekti, girilmesi gerekilen bir aileydi, yüksek maaşlı bir iş piyasasıydı, kaliteli ve ucuz eğitimdi benimsenmesi gerekilen hayat tarzıydı ve en önemlisi benimsenmesi gerekilen hayat tarzıydı.
Günümüzde ise Avrupa Birliği gençler için “batan bir gemiden” kaçılırken binilen filika. Daha yüksek maaş ve kaliteli eğitim için gençlerimiz Avrupa Birliği’ne gitmeyi düşlüyorlar, fakat Avrupa Birliği’nin geleceği nasıl ve bir zamanların insan haklarına verdiği önem ve kapsayıcısı demokrasisi ile eşleşen Avrupa Birliği aşırı sağın yükselişinden hayatta kalabilecek mi? Birliğin kurum olarak batmasından söz etmesek dahi Macron’un deyimiyle Ukrayna Savaşı öncesinde “NATO’nun bayın ölümünün gerçekleşmesi” gibi bir sonda kendini bulabilir mi? Önce Avrupa Birliği’nin kuruluşunu, sonrasında da bu sorularla birlikte günümüzdeki problemlerini irdeleyeceğiz.
Yazı, “Kuruluş” ve “Avrupa Birliği’nin Problemleri” ismindeki iki bölümden oluşacak ve birinci bölümü bu ayki sayımızda, ikinci bölümü ise Nisan sayımızda yer alacaktır.
YENİ BİR AVRUPA’NIN KURULUŞU
II. Dünya Savaşı Sonrası
Savaş, Avrupa’nın sanayisini büyük ölçüde yok etmiş ve Avrupalıların birkaç yıl boyunca çadırlarda ve derme çatma evlerde yaşamasına neden olmuş ve Avrupa’nın sosyal ve siyasi yaşamı için bu sonuç büyük bir şoka neden olmuştu, çünkü son 300 yılın hiçbir noktasında Avrupa böyle bir yıkımla karşılaşmıştı. Avrupalıların zihin dünyalarında önce kendi milletlerinin “üstün ırk” fikri, sonra Avrupa’nın geneli için “üstün medeniyet” fikri zarara uğramıştı. Türkiye gibi ülkeler bütün Avrupa’dan daha iyi yaşıyor, evlerinde sobalarıyla rahat rahat uyuyabiliyorlardı.
Schuman Planı
Böyle bir sonuç, Avrupa’nın yüzyıllar boyunca devam ettirdiği politik sisteminin değişmesi gerektiğini gösteriyordu ve bir daha böyle vahim bir savaşın ortaya çıkmaması adına Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill bir öneri sunmuştu: Avrupa Birleşik Devletleri (United States of Europe). Bunun ilk adımı olarak dönemin Fransa Dış İşleri Bakanı Robert Schuman büyük ses getirecek bir deklarasyon yayınlamıştır: Batı Almanya ve Fransa çelik ve kömür sanayilerini birleştirmeliydiler. Birleşen çelik ve kömür pazarları ile birlikte iki ülke için savaş “materyal olarak imkansız” hale gelecekti; çünkü tank, tüfek ve savaş uçağı gibi bütün askeri ekipmanlar çelik ve kömür ile yapılıyordu. Plan, Sovyet işgaline girmemiş kapitalist Avrupa ülkeleri tarafından büyük ölçüde benimsendi ve İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un da katılımıyla “Avrupa Çelik ve Kömür Topluluğu” kurulmuş oldu.
Topluluk, ülkelerin çelik ve kömür sanayilerindeki gümrük duvarlarını kaldırmayı, bu iki sanayi malzemesinin üye ülkeler arasında ticaretinin serbest bırakılmasını ve tekellerle mücadele için ortak bir dizi kuralların oluşturulmasını içeriyordu. Schuman “Birleşik Avrupa” fikri için “Avrupa birdenbire ya da tek bir plana göre kurulmayacak. Önce fiili bir dayanışma yaratacak somut başarılarla inşa edilecek.” demişti.
Avrupa Ekonomik Topluluğu
Çelik ve Kömür Topluluğu 1951’de imzalanan Paris Anlaşması’yla kurulmuş ve kömür ortak pazarı 1953’te fiilen başlamıştı. Paris Anlaşması’ndan altı yıl sonra ise Schuman’ın sözünün de ışık tuttuğu gibi topluluğu kuran altı üye bu sefer gümrük birliğinin kurulması için bir araya gelmiş ve Roma Anlaşması ile birlikte Avrupa Ekonomik Topluluğunu oluşturmuşlardır. Çelik ve kömür sanayilerindeki başarılı deneyim Avrupalı ülkeleri daha derin bir birliktelik için gereken ön başarıyı sağlamıştı, ancak günümüzde “Ortak Pazar” gibi bir sistem yerine gümrük duvarlarının halen var olduğu ancak gümrük vergilerinin kaldırıldığı bir sisteme geçildi.
Bugünden Bakış: Aslında bu durum bugünkü Türkiye-AB ilişkilerindeki duruma benzetilebilir. Bugün Türkiye ile Avrupa Birliği vergisiz şekilde ticaret yapabilmektedir, ancak halen sınır kapılarında kontroller yapılmaktadır. Bunun aksine şu andaki Almanya-Fransa sınırına bakarsak sınır kapısının hiçbir şekilde var olmadığını göreceğiz. Her iki durumda da gümrük vergisi ödenmemektedir ve gümrük birliği ile ortak pazarın farkı budur. Aynı zamanda hem AB ülkeleri hem Türkiye diğer ülkelere karşı aynı gümrük vergisi politikasını uygulamaktadır. Örneğin Mısır’dan gelen bir ürün için Türkiye kendisi bir gümrük vergisi belirleyemez ve bugünkü Ortak Pazar’ın tarifesini uygular, ancak gümrük vergileri yine kendisinde kalır. Bu nedenle Türkiye hükümeti Ortak Pazar’ın kendisinin de söz sahibi olabileceği şekilde reforme edilmesini istemektedir, çünkü bugün Türkiye uyguladığı gümrük vergisi oranlarında söz sahibi değildir.
BİRLİĞE DOĞRU
Yeni Bir Paradigma
Avrupalı ülkeler böyle bir topluluğu yalnızca ekonomik saiklerle istememişlerdi. Sonucunda ortaya çıkacak olan Avrupa Birliği’ne zemin oluşturmanın yanında Avrupalı milletler arasındaki iletişimi arttırarak öncesinde çelik ve kömür pazarlarının birleştirilmesiyle materyal olarak imkansız hale gelen savaşı, sosyo-psikolojik olarak da imkansız hale getirmek istemişlerdir.
Batı Almanya ve İtalya’nın daha on yıl öncesinde savaşın kaybedenleri olması, bu ülkelerin bürokratlarıyla Fransa liderliğindeki diğer ülkelerin bürokratları arasında bir tansiyonun ortaya çıkması demekti. Her ne kadar I. Dünya Savaşı sonucundaki gibi Almanya’nın büyük ölçüde cezalandırılmasıyla değil de bütün ülkelerin savaş sonunda açlık ve yoksullukla mücadele etmesi ile görece eşit bir şekilde etkilenseler de Fransa, kendince savaşın sorumlusu olarak gördüğü (Batı) Almanya’nın topluluk üzerinde fazlaca söz sahibi olmasını istemiyordu. Hatta bu liderliği kendinde tutma istenci, Birleşik Krallık’ın topluluğa girmek isteyince Fransa’nın veto etmesiyle tam anlamıyla gün yüzüne çıkmıştı.
Fransa, Birleşik Krallık’ın üyeliğine ve Almanya’nın birleşmesine kadar topluluğun açık ara en büyük ülkesi olması sebebiyle topluluğun de facto lideri konumundaydı. Bu sebeple Schuman’ın görünüşte hümanist bir hedefi olsa da arka planda Fransa’nın otoritesini arttırmak istediği speküle edilebilir.
Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu
Çelik ve kömür pazarlarının birleştirilmesinin yanında II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bir başka savaş sanayisine de el atılmıştır. Hem atom bombalarının yapılmasını hem de enerji üretilmesini sağlayan atom enerjisine bu iki özelliği nedeniyle 1950’lerde çok büyük yatırım yapılmıştır.
Avrupalı devletler, kıtada başka bir savaşın ortaya çıkmaması için giriştikleri ortaklaşma ve birlik sürecini bu alanda da devam ettirmişler ve Atom bombalarının yapılması desteklenmeyerek atom enerjisinin barışçıl bir şekilde kullanıldığı atom enerjisi santrallerinin inşasını kolaylaştırmak, nükleer materyal ve ekipmanların alınıp satılması için ortak pazar oluşturmuşlardır: Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu. Bu topluluk ortak pazarın yanında atom enerjisini araştırmalarını koordine etmeyi, sağlık ve güvenlik standartları oluşturmayı da amaçlamıştır.
Ortak Tarım Politikası
Topluluk üyeleri Avrupa dışından gelen ucuz tarım ürünlerine karşı ortak bir politika geliştirilmesi gerektiğini düşünerek 1962 yılında “Ortak Tarım Politikası’nı” ortaya atmışlardır. Bu politika ile birlikte AET’ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) dışarıdan gelen tarım ürünlerindeki gümrük vergisi yükseltilerek ve AET’nin ortak bütçesinden çiftçilere sübvansiyonlar sağlayarak Avrupalı çiftçiler korunmaya çalışılmıştır. Öyle ki 1985 yılına gelindiğinde tarım sübvansiyonları AET bütçesinin yüzde 73’ünü oluşturmuştur.
Ortak Tarım Politikası, iki kolon üzerine durmaktaydı: “Tarımsal üretim desteği ile ortak pazarların organizasyonu” ve “kırsal kalkınma politikası.” Bu politika çiftçilerin daha verimli tarım yapması için teknolojik destek verilmesini, bunun için AR-GE çalışmalarına finansal destek anlanmasını, çiftçi ve tarım işçilerine iyi bir yaşam standardı sunulmasını amaçlıyordu. Aslında bununla birlikte AET az sayıda çiftçi ile hem kendine kendine yetebilecek bir kapasiteye ulaşmayı hem de bunu gelişmekte olan ülkelerden daha uygun bir şekilde yapmayı amaçlıyordu.
Tarım politikasının yanı sıra 1970 yılında Ortak Balıkçılık Politikası da ortaya konmuş ve tarım politikasında olduğu gibi Avrupa balıkçılığını desteklemek, geliştirmek ve daha verimli hale getirmek amacıyla balıkçılara destekler sunulmuştur.
Toplulukların Birleşimi
1965’e kadar Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Çelik ve Kömür Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu birbirinden ayrı topluluklar olarak tüzel kişiliklerini devam ettirmişlerdir. 1965 yılına gelindiğinde AET üyeleri bu üç topluluğu tek bir çatı altında birleştirmek için bir araya gelmişler ve Avrupa Topluluğunu (AT) oluşturmuşlardır. Diğer üç topluluğun üst yürütme erkleri birleştirilerek Avrupa Komisyonu oluşturulmuş ve tek bir bütçe oluşturulmuştur.
Günümüzün Avrupa Birliği’ni oluşturmaya giden bu yolda birçok kuruluş kurulmuş ve bu kuruluşlar sonrasında farklı isimlere sahip olmuş veya birleştirilerek yeni tüzel kişiliklere bürünmüştür. Bundan dolayı Avrupa Topluluğunun üç farklı topluluğun birleşiminden oluştuğunu düşünsek de bunların dışında da kuruluşlar ve ittifaklar bulunmaktaydı. Tüm bu kuruluşların en başına gitmek istersek daha 1904 yılında imzalanan İngiltere-Fransa Dostluk Anlaşmasına gidebiliriz. Bu anlaşma bizim I. Dünya Savaşı’ndan bildiğimiz itilaf devletlerini (Entente) kuran anlaşmadır ve iki dünya savaşında da Britanya ile Fransa arasındaki ittifakı sağlayan anlaşma olması sebebiyle önemlidir.
İngiltere-Fransa Dostluk Anlaşması, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1948 tarihli başka bir Brüksel Anlaşması ile Fransa, Britanya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg sosyal, ekonomik ve askeri alanlarda iş birliği yapacaklarına dair anlaşmalarıyla Batı Birliğine (Western Union) evrilmiştir. NATO’nun kurulması ile askeri taraf NATO’ya aktarılmıştır. Batı Birliği 1951’de bizim daha öncesinde söylediğimiz Avrupa Çelik ve Kömür Topluluğunun ve 1954’te anlaşmanın modifiye edilerek Almanya ve İtalya’nın da katılması ile “Batı Avrupa Birliğinin” kurulmasında temel görevi görmüştür. İşte böyle bir karmaşadan dolayı 1965’te bu topluluklar, Avrupa Topluluğu (AT) altında birleştirilmiştir.
Topluluk İçindeki Dengeler
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Fransa, Avrupa siyasi arenasında sürekli gücünü arttırmayı amaçlamış ve bunun için kendisi için avantajlı kurumları kurulması ve kararların alınması için uğraşmıştır. Öyle ki işin ülkesinin çıkarlarına göre gitmediğini düşünen Charles de Gaulle’ün Ocak 1959’da Fransa Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Avrupa Birliği hayali yok olmanın eşiğine gelmiştir.
De Gaulle, Fransa’nın egemenliğinin Avrupa Topluluğu (AT) kurumları tarafından zarara uğradığını düşünmekte ve uluslarüstü üstü bir birliğe karşı çıkarak entegrasyonun gerekli olduğunu savunmuştur, çünkü kendisine göre milletlerin sahip oldukları güçleri uluslarüstü kurumlara aktarması ulusların gücünü azaltıyor ve aynı zamanda uluslarüstü bir kuruluş olan AT’nin ABD ve Birleşik Krallık güdümünde bir kuruluş olduğunu düşünüyordu ki bu iki ülke çelik ve kömür ortak pazarının kurulmasında önemli bir role sahiptir. Bu kapsamda AT kurumlarının gücünün azaltılması ve Paris’te bu kurumları yönetecek bir konseyin kurulmasını; ABD, Birleşik Krallık ve NATO’nun Avrupa’dan çekilmesini istiyordu.
Fransa dışındaki beş ülke, Fransa’nın bu isteklerine karşı çıkmış ve de Gualle’ün önerilerini reddetmişlerdir. Aynı dönemde Birleşik Krallık, AT’ye girmek istemiş; ancak de Gualle’ün Birleşik Krallık’ı ABD ve NATO’nun temsilcisi olarak Avrupa’ya sızmak isteyen bir ülke olarak görmesinden dolayı Fransa’nın karşı çıkmasıyla girememiştir.
Yaklaşık beş yıllık toplantılar ve tartışmaların sonunda Fransa’nın AT’nin toplantılarına katılmayarak topluluğun çalışmasını engellemiştir, çünkü kararların alınması için bütün üyelerin toplantıya katılmasını gerekiyordu. Bunun üzerine üye devletler 1966 yılında bir uzlaşmaya vardı:
Veto Gücü: Ülkeler kendi “çok önemli ulusal çıkarlarını” ilgilendiren herhangi bir kararı veto edebileceklerdi.
Ortak Tarım Politikası: Bu politikayla ilgili kararlar bundan sonra nitelikli çoğunluk ile alınabilecekti.
Avrupa Zirvesi (European Council): Üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının birkaç yılda bir buluşacağı bir zirve kurulacak ve bu zirve Avrupa Komisyonuna (Yürütme erkine tekabül ediyor) rehberlik edecekti. Bu kuruluş Avrupa Konseyi (Council of Europe) ile AB Konseyi (Council of the European Union) ile karıştırılmamalıdır.
Alınan kararlar Avrupa Topluluğunun birliğe dönüşmesini oldukça geciktirmiştir. Birçok alanda Fransa’nın kendisinin aleyhine olduğunu düşündüğü kararlar veto edilmiş veya nitelikli çoğunluğa erişememiştir.
Yavaşlayan Entegrasyon ve Genişleme
1951’den 1966’ya kadarki hızlı entegrasyonu süreci 1980’lere kadar durma noktasına gelmiştir. Bu dönemde AT, daha derin bir entegrasyon çalışması yerine genişlemeye odaklanmıştır. 1973’te Birleşik Krallık (Fransa’nın vetosunu kaldırmasıyla) ve Danimarka, 1981’de Yunanistan, 1986’da İspanya ve Portekiz, 1990’da Doğu Almanya (Batı Almanya ile birleşmesiyle) Avrupa Topluluğuna üye olmuştur. Doğu Almanya dışındaki tüm bu ülkelerin adaylık süreci yaklaşık sekiz yıl sürmüştür.
Yunanistan’ın Üyeliği
Günümüzde AB tartışmaları yapılırken ülkemizde genelde Avrupalıların Türkiye’ye karşı çok sert oldukları söylenirken Yunanistan’a karşı yumuşak oldukları söylenir. 1966-1986 döneminde topluluğa girenlerden en düşüğü olan Yunanistan, altı yıllık bir adaylık süreci ile birlikte AT’ye üye olmuş ve bu yumuşaklığın var olduğunu söyleyenlerin argümanlarının başlangıç noktası olmuştur. Bu hızlı üyelik sürecinin nedeni Yunanistan’daki askeri cuntanın 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı ile düşmesi ve Avrupalı devletlerin Yunanistan’da bir daha darbe olmaması amacıyla Yunanistan’ın kapsayıcı demokrasi ve serbest piyasaya geçmesini amaçlamalarıydı. Aslında Yunanistan 1840’lardan beri bir demokrasi olmasına rağmen Venizelos’un iktidardan düşmesi ile 1940’lardaki bir dizi darbe, II. Dünya Savaşı’ndaki işgal ve ondan sonra gerçekleşen Yunanistan İç Savaşı demokratik kurumlarına büyük bir darbe indirmiştir. Bunun üzerine Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı harekât ile askeri cuntanın devrilmesi Avrupalı devletleri Yunanistan’ı diğer ülkelerden daha hızlı bir şekilde AT’ye almalarına neden olmuştur. Avrupalıların bu yapmasının arkasındaki düşünce Yunanistan’ın Balkanlardaki tek Avrupalı, kapitalist ve demokratik ülke olmasının yanı sıra Antik Yunan’dan dolayı Avrupalıların “Avrupa Birliği Misyonunda” Yunanistan’ı yanlarında görmek istemeleri olabilir.
Birliğe Çok Yakın
Uzun süreli yavaş entegrasyon döneminin ardından AT üyeleri, 1984’te Roma Deklarasyonunu,1985’te Schengen Anlaşmasını, 1986’da Avrupa Tek Senedini (Single Europe Act) imzalamışlardır. Roma Deklarasyonu Batı Avrupa Birliğinin 30. yıl döneminde imzalanmış ve Batı Avrupa Birliğinin askeri alanı Avrupa Topluluğuna aktarılarak AT ile bütünleşmeye gidilmiştir. Schengen Anlaşması ile birlikte Avrupa Topluluğu üyeleri arasındaki sınır kontrolleri kaldırılmış ve dolaşım serbestisi başlamıştır. Senet ile birlikte ise Avrupa kurumlarındaki birçok reform yapılmış, Avrupa kurumlarının gücü ulusal hükümetlerin karşısında arttırılmış, dış ilişkilerde ortaklaşma (Avrupa Politik İş Birliği) ile tam anlamıyla bir “Ortak Pazar” tartışmaları başlamıştır. Bu senet, Maastricht’e patikayı açan anlaşma olmuştur.
BİRLİK
Maastricht Anlaşması
On yıllar süren entegrasyon en sonunda 1993 yılında Maastricht Anlaşması ile neticelendirilmiştir. Anlaşma ile birlikte Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği’ne dönüşmüştür ve birlik üç kolonun üzerine kurulmuştur. En büyüğü AET, Çelik ve Kömür Birliği ve Atom Enerjisi Topluluğunun birleşiminden oluşan Avrupa Topluluğuydu (Diğer adıyla Avrupa Toplulukları); ikincisi Avrupa Tek Senedi ile resmileşen Avrupa Politik İş Birliğiydi ve üçüncüsü TREVI’ydi (Terrorisme, Radicalisme, Extrémisme et Violence Internationale). Bu üç kolon Avrupa Birliği’nin aynı bir binada olduğu gibi taşıyıcılarıydı.
Anlaşma ile birlikte “Avrupa Vatandaşlığı” kavramı ortaya koyulmuştur. Bu kapsamda Avrupa Birliği ülkelerinden birinde vatandaş olan birisi başka bir üye ülkede yaşadığı sürece o ülkenin vatandaşlarıyla genel seçimlerde oy kullanma ve aday olmak dışında aynı haklara sahip olacaktı. Belediye seçimlerinde oy kullanabilecekler, aday olabilecekler; şirket kurabilecekler; iş bulup çalışabilecekler ve her türlü mülk edinimi ve ticareti üye ülke toprakları üzerinde gerçekleştirebileceklerdi. “Avrupalı” kimliği bugüne kadarki en somut halini alır hale gelmişti ki bu kimlik artık resmi makamlarda tanınır ve bununla insanlar doğumlarında hak kazanır hale gelmiştir.
Avrupa Birliği Konseyinde eskiden oy birliğine veya nitelikli oy çoğunluğuna sahip olmayı gerektiren konular hakkında artık salt çoğunlukla karar verilebilir hale gelinmiştir. Bu konulara tüketicinin korunması, gelişme halindeki ülkelere yardım, eğitimle ilgili bazı konular, sağlık, ulaştırma, çevre, Trans-Avrupa ağlarının altyapıları örnek olarak verilebilir.
Maastricht Anlaşması, Avrupa Birliği’ni kurmanın yanı sıra birliğe üyelik için kriterler de öngörmüştür. Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından yavaş yavaş kapsayıcı çok partili demokrasilere geçen Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Topluluğuna olan ilgileri dolayısıyla topluluk yeni kimliğinde kriterlere ihtiyaç duymuştur. Bu kapsamda başvuran ülkelerden; enflasyonun birliğin en düşük enflasyona sahip üç ülkesinin ortalamasından 1,5 puan yüksek enflasyona sahip olmaması, bütçe açığının yüzde 3’ü geçmemesi, hükümet borcunun GSYİH’nin yüzde 60’ını aşmaması, döviz kurlarının son iki yılda stabil durumda olması ve uzun dönem faizlerinin yine en düşük faize sahip üç birlik ülkesinden 2 puan fazla olmaması istenmiştir.
Ortak Bir Para Mekanizması
Euronun ortaya çıkmasından önce aslında ortak bir para mekanizması bulunmaktaydı: Avrupa Para Mekanizması. Bretton Woods sisteminin 1971’de ABD Başkanı Nixon tarafından sonlandırılmasının ardından Avrupalı devletler buna karşı bir adım atmak istemişler ve 1972’de “tüneldeki yılan” (The Snake in the tunnel) adı verilecek bir sistem geliştirmişlerdir. Bu sistem ile birlikte Avrupalı devletlerin para birimleri birbirine peglenmiştir (Peg: Bir para biriminin başka bir para birime bağlanması ve sabit oranda işlem görmesi). 1978’de ise Avrupa Para Sistemi (European Monetary System) kurulmuştur. Peg sisteminin bazı ülkeler için stabil olmamasından dolayı Avrupa Para Birimi sistemine geçilmiş ve AT’ye üye olan 12 ülkenin para biriminin sepet ortalamasından oluşturulmuştur. Aslında bir para birimi olmayıp muhasebede kullanılan bir birimdir.
Avrupa Para Sistemi (APS), daha sonralarında aynı Bretton Woods’ta doların rolü gibi Alman markına fiilen çıpalanır hale gelmiştir (Çıpa: Gemilerin aynı yerde kalmak için kullandıkları büyük demir parçası. İlgili: demir atmak). Resmiyette çıpalanan bir para birimi olmasa da Deutsche Bundesbankın (Almanya Merkez Bankası) sıkı para politikaları ve Almanya ekonomisinin hızlı büyümesi sebebiyle Alman markı diğer ülkeler için oldukça önemli bir hale gelmiş, APS’de de Alman markı yavaş yavaş merkeze alınır hale gelmiştir. Deutsche Bundesbankın düşük enflasyon odaklı politikaları diğer ülkeleri rahatsız etmiştir, çünkü Bundesbank faizleri sürekli yüksek tutmakta ve yatırımların maliyetini arttırmaktaydı. Bu, diğer Avrupalı ülkelerin kendi para birimlerini fiilen Alman markına bağlamaları sebebiyle de diğer ülkeleri etkilemekteydi.
Avrupa Birliği’nin tam anlamıyla bir birlik haline gelmesi için içerisindeki tüm ülkelerin rahatça ticaret yaparken rahatça kullanabilecekleri bir para birimine ihtiyaç vardı ve bu Fransa’nın da desteği ile hızlanmıştır. Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın 1983’te sosyalist programı terk etmesiyle Fransız frankı spekülasyonlar sonucunda darbe almış ve Mitterrand, çözümü ortak para birimine geçmekte ve onun için de Almanya’yı ortak para birimine ikna etmekte bulmuştu. Öyle ki 1990’da Batı Almanya ile Doğu Almanya’nın birleşmesi Fransa tarafından ancak Almanya’nın Alman markını terk ederek ortak para birimine geçişi kabul etmesiyle onaylanmıştır.
Delors’ Plan
Ortak para birimi için hazırlıklar 1988’de dönemin Avrupa Komisyonu başkanı Jacques Delors tarafından bunun için bir komite kurmasıyla başlatılmıştır. Ekonomik ve Parasal Birlik (Economic and Monetary Union – EMU) için başlatılan bu çalışmalar en sonunda Avrupa Merkez Bankası adına bir bankanın kontrolünde olacak ortak bir para birimini öngören üç aşamalık “Delors’ Plan” adıyla duyurulmuş ve Batı Almanya’nın Doğu’daki kardeşiyle birleşmesine izin verilmesi için ortak para birime yeşil ışık yakmasıyla Delors Planı işlemeye başlamıştır.
1990’da planın birinci adımı olarak ülkeler arasında sermaye kontrolleri kaldırılmaya başlanmış ve ülkelerin ulusal bankaları arasındaki iş birliği arttırılmıştır. Bu dönemde Birleşik Krallık, APS’ye katılmış, ancak belirlenen değişim oranının poundu fazla değerli tuttuğuna dair eleştiriler yapılmıştır. Maastricht Anlaşması ortak bir para birimi için bir yola ışık tutmuş ve Ocak 1999’u işaret etmiştir.
Aynı yılın eylül ayında APS’ye zarar veren bir olay yaşanmıştır: Kara Çarşamba. Birleşik Krallık’ın fazla değerli bir kur üzerinden sisteme katılması, ülkenin hazinesine oldukça zarar vermiş ve Bank of England’ın rezervlerini eritmesi üzerine dönemin başbakanı John Major, poundu sistemden çıkarmıştır. Üye ülkelerin para birimlerinin yüzde 2,5’ten 15’e kadar değer kaybedip/kazanması üzerine Avrupa Para Sistemi (APS) bir süreliğine durdurularak gerekli düzenlemelerin sonunda daha gevşek bir form ile yeniden çalışır duruma getirildi. Ortak para birimine geçişin bir süreliğine duraklasa da 1994’te planın ikinci adımı atılmış ve daha sonraları Avrupa Merkez Bankasına dönüşecek olan Avrupa Para Enstitüsü kurulmuştur.
Euro
Ocak 1999’ta son beş yıllık hazırlıkla euro tedavüle girmiştir. Başta yalnızca dijital mecrada kullanıma başlanan euro ilk senesinde önemli ölçüde değer kaybetmiş ve değer kaybının 2000 yılında da devam etmesiyle Avrupa Merkez Bankası müdahale etmek zorunda kalmıştır. Günümüze kadar euro AB’nin para birimi olarak kullanılmakta ve yeni üye olan ülkeler Maastricht kriterlerine uymaları durumunda belli bir geçiş program ile euroya geçebilmektedir.
DAHA FAZLA ENTEGRASYON
Doğu Avrupa’dan Yeni Ülkeler
21. yüzyıl Avrupa için hayallerin, barışın ve birlikteliğin yüzyılı olarak başladı. Komünizmin yıkılışı, küreselleşen dünya, sınırların yavaş yavaş yok olması ve Avrupa’nın doğusunda yeni kurulan kapsayıcı, demokratik ve çok partili demokrasiler Avrupa’nın yeni yüzyıla umutla başlamasına neden olmuştu.
Demir Perde’nin yıkılıp özgürlüklerine kavuşan Doğu Avrupa ülkeleri gözlerine Batı Avrupa’ya ve Avrupa Birliği’ne bakmaya başlamış ve üyelik görüşmelerini 90’larda başlatmışlardır. Bu ülkeler hızlı bir şekilde kurallı ve rekabetçi bir serbest piyasa rejimine geçmiş, geniş tabanlı kapsayıcı demokrasilerini kurmuştu. Bunlar, onları Avrupa Birliği’ne alınabilmesi için gereken birçok kriterin karşılanması demek oluyordu.
Özellikle Polonya, NATO’ya girebilmek için ABD’ye şantaj yapmaktan da çekinmemişti: NATO ve Avrupa Topluluğuna katılmak için Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan Visegrad grubunu kurmuşlardı. İçlerinden Polonya NATO ve AT’ye girmeye o kadar istekliydi ki Polonya’nın NATO’ya alınmasını henüz istemeyen ve Rusya’nın tepkisinden çekinen ABD Başkanı Clinton’a karşı Polonyalı liderler, Amerikan Cumhuriyetçileri ile iletişime geçerek seçim kampanyalarına katılmışlardı. Bu, Clinton hükümetine “Senle olmazsa muhalefetin ile NATO’ya gireriz” demekti. NATO’nun hızlı bir şekilde genişlemesini isteyen Cumhuriyetçiler ara seçimleri kazanmışlar ve bunun üzerine Clinton duruşundan vazgeçerek Polonya dahil Çek Cumhuriyeti ile Macaristan’ı NATO’ya almıştı. Bu gibi örneklere bakılınca not düşmek gerekir ki Doğu Avrupa’nın NATO tarafından “işgal edildiğine” dair Rusya perspektifinin ne kadar yanlış olduğu görülebilmektedir.
2004 yılında Avrupa Birliği, sekiz Doğu Avrupa ülkesinin yanında Malta ve Kıbrıs’ı (Türkiye’nin itirazına rağmen) birliğe kabul etmiştir. Bu, AB tarihindeki en büyük genişleme olmakla beraber oldukça büyük bir çalışmanın eseridir. Avrupa Birliği müktesebatı 35 fasıldan oluşmaktadır: Malların serbest dolaşımı, şirketler hukuku, bilgi toplumu ve medya, Avrupa Topluluğu rekabet hukuku, sermayenin serbest dolaşımı bunlardan bazılarıdır. Bu fasıllar her aday ülkenin teker teker açtıkları, müzakere ettikleri ve ulusal yasalarını AB yasalarına uygun hale getirmek için hem AB ile hem iç siyasetinde çokça uğraştıkları başlıklardır. Örneğin Türkiye, 35 fasıldan 15’ini açmış ve yalnızca bir tanesini başarıyla kapamıştır. Adaylığın dondurulmasına kadar 14 fasılın müzakeresi devam etmekteydi. Bu uyum süreci tamamlanmadan AB’ye üyelik söz konusu değildir.
Avrupa Anayasası
Birkaç paragraf öncesinde söylenen oldukça olumlu bir yüzyıla giriş hikayesi pespembe bir hikayeden ibaret değildi, elbette. Avrupa Birliği ülkeleri, 2004 genişlemesinin ardından AB’yi daha da birbiriyle entegre edecek bir şeyi düşlüyorlardı: Bir Avrupa Anayasası. Anayasadan kasıt bugüne kadarki bütün Avrupa Birliği kurumlarının (AB Komisyonu, Parlamentosu vb.) ve değerlerinin (İnsan hakları, demokrasi, milli marş, bayrak vb.) tek bir anayasal dokümanda birleştirmekti.
Anayasamızın “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” maddesi gibi başlayabilecek bir anayasa dokümanında “Avrupa Birliği demokratik federal bir cumhuriyettir” tarzında bir madde görebilirdik, ancak bu çabalar olumlu sonuçlanmadı. Fransa ve Hollanda’nın referandum ile anayasa yazma fikrini reddetmesi bütün hayalleri suya düşürmüştü. Bunun üzerine 2007 yılında Romanya ve Bulgaristan’ın da katılımının ardından Lizbon Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla birlikte;
Maastricht Anlaşması ile AB altında birleştirilen üç kolon kaldırılarak Avrupa Birliği tek bir tüzelkişiliğe kavuşmuştur.
AB Parlamentosuna daha fazla alanda karar alabilmesi sağlanarak gücü arttırılmıştır.
İkili çoğunluk oylaması yöntemi AB Konseyi ve Komisyonu için benimsenmiştir. Kararın kabulü için üyelerin yüzde 55’inin onayının yanında bu ülkelerin birliğin nüfusunun en az yüzde 65’ini temsil etmesi de aranmıştır.
Ulusal parlamentolar, AB Komisyonunun hazırladığı yasa tasarılarını yeniden incelemek üzere geri gönderme yetkisine sahip olmuştur.
Üye ülkelerden birine yapılan terör saldırısı veya insan kaynaklı saldırıya karşı karşılıklı dayanışma zorunlu kılınmıştır.
Vatandaşlara, bir milyon kişi tarafından imzalanan önerilerin AB Komisyonu tarafından görüşülmesini sağlayan dilekçe hakkı tanınmıştır.
Dış ilişkiler ve güvenlik politikaları için “Birliğin Dışişleri ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisi” adında tek bir pozisyon oluşturulmuştur.
De Gaulle’ün isteği ile gayri resmi şekilde kurulan AB Konseyi resmiyete kavuşmuştur.
AB Konseyi Başkanı iki buçuk yılda bir seçilir hale getirilmiş ve önemi azaltılmıştır.
Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası oluşturulmuştur.
Birliğin kendi diplomatik ajansı (AB Diş İlişkiler Servisi) kurulmuştur.
Üye ülkelere tek taraflı birlikten ayrılma hakkı tanınmıştır.
Şu ana kadar geldiğimiz noktada Avrupa Birliği’nin ne kadar karmaşık ve bürokratik bir kuruluş olduğunu anlamışsınızdır. Lizbon Anlaşmasında üç kolon kaldırılarak tüzelkişilikte birlik sağlansa da dış ilişkiler ve güvenlik konularında çok dolambaçlı şekilde kurumlar ve pozisyonlara yer verilmiş, Parlamento ile Komisyon AB’nin yasal gövdesi olsa da ulusal parlamentolar karşısında güçlenememiş ve on yıllar süren muğlaklık devam etmiştir. Vatandaşların halen kendi ulusal parlamentolarından bir şey bekledikleri, AB seçimlerine ilgilerinin az olduğu ve karar alma süreci hakkında bilgilerinin olmadığı bir ortamda Parlamento Avrupa halkı için bürokratik bir kurumdan öteye gidememiştir.
2008 Krizi ve 2012 Borç Krizi
Düşler ile başlayan 2000’li yıllar, anayasa yazma hedefinin duvara toslamasına rağmen halktan doğrudan desteğe ihtiyaç duymadan gerekli reformların yapılmasını sağlayan Lizbon Anlaşması ile devam etmiştir, ancak Avrupalı toplumlar tarafından daha fazla entegrasyona şüpheyle bakılsa da 2008 Krizi başka bir alanda entegrasyonu zorunlu kılmıştır: Bankacılık sektörü.
ABD’de ortaya çıkan 2008 Finans Krizi, Avrupa ülkelerini de derinden sarsmıştır. Özellikle borç stokları oldukça yüksek olan Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkeler durumdan korkunç düzeyde etkilenmiştir ki aralarından Yunanistan en sonunda temerrüde düşmüştür (Temerrüt: Borçları ödeyememek/hukuka aykırı olarak ödememek). Bu ülkeler euronun getirdiği kredibilite ile oldukça euro bazlı kredi almışlar ve kendi para birimine sahip ülkelerin yaşamış olduğu sorunları ya ertelemişler ya da halı altına atmışlardır. Örneğin; bir ülke fazlaca yabancı kredi alıyorsa CDS primi oldukça yükselir, enflasyonda yükseliş meydana gelir ve bu gibi durumlar daha kötüye gitmek istemeyen ülke hükümetlerinin bu trendi durdurmaya çalışmasıyla genellikle sonuçlanır. Güney Avrupa ülkelerinde olan ise euro ile birlikte gelen düşük faiz ve güçlü/istikrarlı para birimi bu ülkelerin astronomik rakamlarda borç alabilmesine olanak sağlamıştı. Normalde kendi para birimleriyle yapamayacaklarını euro ile yapabilir hale gelmişler ve bu durum bu ülkelerin 2008 Krizi gibi bir olayla karşı karşıya geldiklerinde kırılgan olmalarına neden olmuştur.
Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz 2000’li yıllar boyunca yüksek bütçe açıklarının yanı sıra yüksek özel sektör borçlanmasına sahipti. Mesela Yunanistan ile İtalya, Maastricht Kriterleri’nin çok üzerinde olan GSYİH’sinin yüzde 100’e eşdeğer bir borca sahipken Portekiz yüzde 70’ti. İspanya 2000 yılında yüzde 60 oranında bir borca sahipken bunu azaltacak önlemlerle 2008 yılına gelindiğinde yüzde 40’ın altına düşürmüştü, ancak borç stoğunun yanında birkaç yapısal sorunu nedeniyle krizin yan etkileri karşısında ayakta zar zor kalabilmiştir.
Ülkeler, 2008’de aniden temerrüde düşecek duruma gelmeseler de 2012’ye gelindiğinde durumları yönetilemeyecek hale gelmiştir. Avrupa Merkez Bankası, Deutsche Bundesbankın baskısıyla 2008’de parasal genişlemeye gitmese de bu olaydan sonra belli finansal mekanizmalar sunmaya başlamıştır. Doğrudan Parasal İşlemler (Outright Monetary Transactions – OMT) adında bir mekanizmayla bu ülkelere geçici bir finansman sağlamaya çalışmış ancak FED’te gördüğümüz gibi yalnızca para basıma yoluyla değil de bunu aynı zamanda piyasadan para çekerek, “izolasyonu” sağlayarak, yapmıştır, yani bir taraftan piyasadan euro çekerken diğer taraftan bu ülkelere ucuz finansman ürünleri sunuyordu.
Avrupa Entegrasyonunu ilgilendiren taraftaysa AB, 2009’dan sonra gözükmeye başlayan krizi engellemek için Avrupa Finansal İstikrar Fonu ile Avrupa İstikrar Mekanizması adında iki projeyi hayata geçirmiştir. Güney Avrupa ülkelerinin yanı sıra ekonomisini oldukça finansallaştırmış olan İrlanda da temerrüde düşünce aynı kaderi paylaşan Portekiz ile Avrupa Finansal İstikrar Fonundan yararlanmıştır. Beş ülke de kriz sonrasında kemer sıkma politikalarını benimsemiştir, ancak bu politikaların ülkelerin geleceği için ne kadar faydalı oldukları ise tartışmalıdır (Aralık 2023 sayısında yazmış olduğum “Harcamalar Nasıl Azaltılmaz?” yazısına bakabilirsiniz). İtalya krizin tam anlamıyla zirveye ulaştığı 2012 yılından önce kemer sıkma politikalarını uygulamaya başlamış ve bu, ülkeyi daha derin bir krizden kurtarabilmiş; ancak reel ücretlerin düşmesi, eğitim, sağlık ve altyapı yatırımları gibi alanlarda ayrılan bütçenin azalıp kalitenin düşmesiyle sonuçlanmıştır.
Yunanistan ile Kıbrıs, birbirine bağlı iki ülke gibiydiler; aynı etnik kimlikten gelmeleriyle değil de Kıbrıs bankalarının Yunanistan tahvilleri dolu olmasıylaydı. Kıbrıs bankaları, yüksek faiz getirisi sunan Yunanistan tahvillerine hücum etmişler, ancak Yunanistan’ın temerrüde düşmesiyle bütün Kıbrıs bankacılık sistemi çökmüştür. Yunanistan ise borçlarını ödeyemeyeceğini açıklayınca Avrupalı devletler, borcun faizinin bir kısmını affederek yapılandırmıştır. Duruma Avrupa Merkez Bankasının yanı sıra IMF de dahil olmuştur. Ancak bu konuda daha fazla bilgi için dergimizin sonraki sayılarını beklemenizi önemle rica ediyoruz!
BREXIT
2016 Referandumu
Brexit, AB Misyonu’nun karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan biriydi. Birleşik Krallık, o güne kadar düşünülmesi imkânsız olan bir karara imza etmişti. Birçokları için Brexit gibi bir proje, saçmalıktan ibaretti, ancak dönemin Muhafazakâr Parti lideri David Cameron’un birlikte kalmaya odaklı “Hayır” kampanyasına rağmen Birleşik Krallık halkı yüzde 51,89 gibi küçük bir çoğunlukla olsa bile AB’den çıkmaya karar verdi.
Birkaç toplumdan oluşan Birleşik Krallık’ta İskoçya ve Kuzey İrlanda büyük oranda AB’de kalmak istese de Londra dışında İngiltere’nin oldukça yüksek oranlarda AB’den çıkmak istemesi referandum sonucunun “Hayır”dan yana olmasına neden oldu. Galler’de ise neredeyse, Galler milliyetçisi veya değil, tüm büyük partiler AB’den çıkmaya karşı olsa da Galler AB’den çıkmak için oy kullanmıştı.
BREXIT Sonrası Birleşik Krallık
Brexit şüphesiz hem Birleşik Krallık’ı hem de Avrupa Birliği’ni birçok alanda olumsuz etkilemiştir. Brexit sonrası Birleşik Krallık’ta işletme yatırım endeksi stabil seyretmiştir ve 2009-2016 trendini takip etseydi yapılan yatırımların yüzde 30 daha fazla olması beklenirdi. Yatırımların ekonomik büyümenin temeli olduğu düşünüldüğünde yüzde 30’luk bir kaybın Birleşik Krallık ekonomisini uzun süreli bir stagflasyona sürükleyeceği düşünülebilir ki Brexit’in tam anlamıyla gerçekleştiği ve COVID-19 pandemisinin etkisini sürdüğü 2021 yılı sonrasında Birleşik Krallık uzun süreli bir stagflasyon sürecine girmiştir. Ancak yazımızın amacı Avrupa Birliği’nin tarihini ve başarılı olup olmadığını anlatmak olduğuna göre bu konuyu dergimizin sonraki yazılarında bu konuyu ele alacak yazarına bırakıyorum.
BREXIT Sonrası Avrupa Birliği
Avrupa Birliği, Birleşik Krallık’ın ayrılması ile birlikte sahada birçok sorunla karşılaşmıştır. Eskiden Avrupa Balıkçılık Politikası ile yönetilen balıkçılık sektöründe Fransa ve İrlanda ile Birleşik Krallık arasında anlaşmazlıklar çıkmıştır. Bundan daha önemlisi ise Kuzey İrlanda ile İrlanda arasındaki sınırdır. Aynı etnik kimliği fakat farklı mezheplere mensup olan bu iki ülke, AB üyelikleriyle birlikte sınırlar olmadan yaşamlarına devam ediyorken Brexit ile birlikte İrlanda adasında bir sınırın kurulabileceği gündeme gelmiştir. AB ile Birleşik Krallık’ın en sonunda yaptığı anlaşmada ise sınır kurulmamış, Kuzey İrlanda Avrupa Ortak Pazarı içerisinde yer almaya devam etmiş ve İngiltere’nin bulunduğu ana kara ile Kuzey İrlanda arasında deniz gümrük sınırı oluşturulmuştur. Bu, Brexit taraftarları için büyük rahatsızlık verici bir konu olsa da Avrupa Birliği’nin başarısını göstermektedir. AB üyesi olan İrlanda’nın çıkarları için AB’nin büyükleri, Almanya-Fransa-İtalya-İspanya, Birleşik Krallık’a karşı direnerek böyle bir anlaşmanın yapılabilmesini sağlamıştı. AB’nin üye ülkelerine verdiği bu denli destek, AB’nin bir politik birlik olarak artan gücünü de göstermektedir.
Kuzey İrlanda’nın yanı sıra Avrupa Birliği, Birleşik Krallık’ın birlikten ayrılmasıyla daha fazla entegrasyona yönelik adımlar atmaya başlamıştır. Birleşik Krallık’ın geçmişte birçok AB projesine karşı çıkması, en büyük örneği euro, diğer AB ülkeleri tarafından “sinir bozucu” olarak görülmesine neden olmuştur. Birleşik Krallık’ın egemenlikçi yaklaşımları AB entegrasyonunu sekteye uğratmaktaydı. AB’nin Brexit sonrasında kendini daha konsolide edebildiği söylenebilir. Bunun tek nedeni “her karara karşı çıkan bir ülkenin” ayrılması da değildir, Birleşik Krallık’ın Brexit sonrasındaki durumu birçok aşırı sağcı Avrupa partisini AB’den ayrılma fikirlerini değiştirmeye yöneltmiştir. Örneğin Fransa’da Marine Le Pen, Almanya’da AfD ve İtalya’da FdI gibi oyuncular geçmişteki AB karşıtlıklarını daha çok AB’nin “reforma ihtiyaç duyduğu” üzerine kurgulamaya başlamışlardır.
Kuzey İrlanda ve Brexit’in vahim sonuçlarından sonra, AB’nin Ukrayna-Rusya Savaşı için olan politikası da Avrupalılar tarafından oldukça desteklenmiştir. Aynı NATO’nun savaşın ortaya çıkışıyla birlikte tekrar anlam kazanması gibi Avrupa Birliği de Brexit sonrasındaki dağılmışlığını Ukrayna Savaşı’na karşı verdiği tepki ile düzeltmiştir. Putin’in Ukrayna üzerine attığı adım AB’nin yeniden Avrupa Misyonu etrafında birleşmesine ve entegrasyonun diğer bir adımı olan “Ortak Güvenlik Politikasının” herkesçe konuşulmaya başlanmasına neden olmuştur. Seçildiğinden beri Avrupa’nın bir orduya sahip olması gerektiğini savunan Macron, bu savaş ile birlikte söylemini güçlendirmiş, özellikle ABD’de Trump’ın gelecek yılda seçilme ihtimali ve bununla birlikte ABD’nin Avrupa’yı NATO üzerinden koruma görevini bırakmayı düşünmesi Avrupa Birliği için büyük bir alan açmaktadır. NATO’nun önemini kaybettiği bir yerde Avrupa’nın ortak bir ordudan önce NATO benzeri ortak komuta organizasyonunu kurması entegrasyonun önündeki en büyük engellerden birini kaldırmaya yönlenmektedir: Ülkelerin güç kullanma üzerindeki tekelleri.
Amerika’nın Avrupa’dan çekilmesinin yanında Biden’ın “Inflation Reduction Act” yasası Avrupalı liderler tarafından çokça eleştirilmiştir. Amerikan şirketlerine tanınan vergi muafiyetleri ve sübvansiyonlar, Avrupalı şirketlerin rekabet edememesine neden olacağı düşüncesi Macron tarafından gündeme alınmıştır. Özellikle Merkel’in emekliliğinin ardından Avrupa Birliği’nde Macron’un en deneyimli lider olması, politikalarının daha fazla alan bulabilmesini sağlayabileceği de söylenebilir.
Dergimizin sonraki sayısında Avrupa Birliği’nin günümüzdeki sorunlarını ele alacağım.
Kaynakça
Euronews. "How Cooperation on Coal and Steel Paved the Way for the EU We Know Today." 19 Temmuz 2022 www.euronews.com
Investopedia. "European Community." www.investopedia.com
Oireachtas. "An Overview of the Common Agricultural Policy (CAP) in Ireland and Potential Regional and Sectoral Implications of Future Reforms." www.oireachtas.ie
European Parliament. "The Parliament and the Treaties." www.europarl.europa.eu
The Guardian. "Euro Crisis: How the Single Currency Brought Chaos." 6 Haziran 2003 www.theguardian.com
Britannica. "Euro Zone Debt Crisis." www.britannica.com
The Economist. "Britain is the Sick Man of Europe Once Again." 18 Kasım 2022 www.economist.com
European Council on Foreign Relations. "The Crisis That Made the European Union: European Cohesion in the Age of COVID." www.ecfr.eu
European Commission. "Recovery Plan for Europe." www.ec.europa.eu
The Guardian. "Support for Leaving EU Has Fallen Significantly Across Bloc Since Brexit." 12 Ocak 2023 www.theguardian.com
Politico. "Marine Le Pen’s Presidential Bid Could Spell End of Europe as We Know It." www.politico.eu
Zestos, George, Taylor, Travis & Patnode, Ryan. "Causality within the Euro Area? Trade Surplus in the North Versus Public Debt in the South." Journal of Economic Integration, 2016, s. 898-931
Comments